Ya Gerçekten Mümkünse
Hollywood’un sıklıkla insanı Tanrı, Tanrı’yı insan yapageldiği, küçük bir hapcığın Bradley Cooper’dan müthiş adamı çıkarttığı, Scarlett Johansson’un benzer bir şekilde insansı “Lucy”i yedi kat üst varlığa, bir Tanrısal tasarıma dönüştürdüğü filmlerin neredeyse yemek içmek kadar günlük rutinimize girdiği, Hariri’nin, Kaku’nun “insan tanrılardan” söz ederek gözlerimizin önüne sürekli belli bir yönde yapılandırılmış bir gelecek resmi çizdiği, hepimizin havadan sudan ziyade sanal bir gerçekten konuştuğu, kuantum bilimi ile safsatanın kuantum düzeyde, tahin ve pekmez gibi birbirine karıştığı (ama yakışıyor da hani) şu günlerde 7’ den 70’e kime sorsak, insan beyninin ve dolayısıyla insan potansiyelinin sınırsız olduğu ve tek gerekenin buna yürekten inanmak olduğu cevabını bir çırpıda alıveririz.
“İstersem, ama gerçekten istersem mutlaka yaparım…” şimdi bir durun ve bu cümleyi hayatınız boyunca kim bilir kaç defa duymuşsunuzdur hatırlamaya çalışın, muhtemelen en az bir o kadar da kullanmışsınızdır. Ne yalan söyleyeyim, ben kendimi defalarca kullanırken yakaladım. Sonra da hiç kimsenin duyamayacağı bir sesle kendi kendime şunu sorarken buldum; “iyi de seni kim tutuyor? İstemenin önüne geçen ne?” hani Nasrettin Hoca’nın, “biz senin gençliğini de bilirdik” dediği gibi…
Kendi kendimize, bir“ben istersem…”türküsü tutturmuş gidiyoruz ama şu garip “isteksizliğimizi” pek de sorguladığımız yok doğrusu. İnsan beyninin en iyi yaptığı iş, bizi mutlu etmek ya da daha doğrusu, mutsuzluktan kurtarmak için daima imdada yetişir ve zorluk ya da engel dediğimiz durum karşısında sergilediğimiz tutum ve davranışı rasyonelize (akla uydurma) ediveririz. Kaçınıyorum, zoruma gidiyor, nereden başlayacağımı bilmiyorum, kendime güvenemiyorum, başarısız olmaktan korkuyorum, sürdüremeyeceğimi düşündüğüm bir başarıya ulaşmaktan korkuyorum, kendimde o gücü göremiyorum, hakkımda düşünüleceklerden kaygı duyuyorum gibi duyguların ortak ifadesi,“yaa ben hakikaten isteseydim…”diye başlayan ve her türlü gerçeklikten uzak düşen bir cümleye dönüşüveriyor.
Aman yanlış anlaşılmasın, benim inanmak ve istemekle ilgili hiçbir sorunum yok çok şükür. Bilakis inanmak ve istemenin herhangi bir işi ya da hayali gerçekleştirmeye giden yolda yürüme enerjisini, azmini ve kararlılığını sağladığını bütün kalbimle ve aklımla kabul ediyorum. İnancın ve istekliliğin algıda seçiciliğe neden olduğunu ve çevremden bana doğru yağan bilgiler ve işaretler arasından amacıma yönelik olanları seçip dikkatime sunarak hedefe doğru yol almada beni desteklediğini biliyorum, hatta bunun fizyolojisini de eğitimlerimde dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum. Bu yazıyla yapmak istediğim bunları hafife almak değil. Dikkatle ve ısrarla altını çizmeyi umduğum, insan zihninin ve potansiyelinin sonsuzluğuna bu denli, adeta körü körüne inanmış görünürken nasıl oluyor da her gün aynada gördüğümüz insanlar da en az hayatı o veya bu şekilde paylaştığımız diğer insanlar kadar sıradan kalabiliyor?!
Bana öyle geliyor ki asıl mesele ağzımızla inandığımızı söylediğimiz bir cümleyi bedenimizin bütün hücrelerinin yalanlıyor olması. Çünkü tecrübemiz bu doğrultuda değil, dolayısıyla söylemlerimizi desteklemiyor. Biz üst notalarda ne söylersek söyleyelim iç seslerimizin bize anlattığı hikâyeler bambaşka…
Pozitif psikoloji akımı onlarca yıldır güçlü olumsuz duygularla baş etmede pozitif bir dil kullanmanın ve pozitif imgelemenin son derece önemli olduğunu göstermekte ve anlatmaktadır. Bununla birlikte, elektrikte olduğu gibi nasıl akımın iletilebilmesi için devrenin tamamlanması gerekiyorsa gerçek inancın oluşabilmesi için de düşüncenin deneyimle desteklenmesi gerekiyor. Deneyim yaratmada imgeleme (bir durumu ya da gelecekteki bir zaman kesitini olabildiğince ayrıntılı şekilde, duyuların zihnimizdeki izdüşümlerinden faydalanarak görselleştirme) önemli ve etkili bir yöntemdir ancak tek başına yeterli olmayacağı aşikârdır. Beden-beyin ilişkisi ya da zihin-beden ilişkisi, adına ne derseniz, geribildirime dayalı döngüsel bir yapıdadır. Bilgisayar jargonundan çoğumuzun aşina olduğu gibi doğru şekilde işleyebilmesi için “syntax error” vermemesi gerekir. Mesela, insanın yerçekimine karşı durabileceğine bütün kalbinizle inanıyor olabilirsiniz ama bu inanç sizin yerçekimine karşı durabilmenize yetmez. Çünkü inancınız tecrübenizle desteklenmediğinde sistem “syntax error” verir. Bir şeyin mümkün olabileceğini kabul etmek (prensipte inanmak) onu bizlerin mümkünü haline getirmede yetersiz kalmaktadır. İnsan yapısı, söz konusu inancın kendisi için de geçerli olabileceğine dair kanıtları kendi fiziksel ve zihinsel deneyimlerinde bulmak ister. Bir başka örnek, hayatınızda hiç 100 metreden daha uzun koşmadıysanız bir gün 40 km koşabileceğinize zihninizi inandırmanız kolay olmaz. Öte yandan geçen sene 100 metre ile başlayıp bugün 5 km koşabilir hale geldiyseniz, zihniniz bu ilerlemeyi es geçmez ve bir gün 40 km koşabileceğinize dair kanıta dayalı inanç duyar. Bu inanç sizi muhtemelen 2 yıl içinde 40 km’yi koşabilir hale getirir.
O halde inanmak dediğimizde aslında neden söz ediyoruz? Bir şeyin mümkün olabileceğine inanmak mı yoksa o şeyin bizim için mümkün olabileceğine inanmak mı? Bazılarınızın “bu nasıl bir soru ki” dediğinizi duyar gibi oldum ama bence güzel bir soru. Birincisi, yani bir şeyin prensipte mümkün olabileceğine inanmak pasif bir duruşu işaret ederken ikincisi aktif bir sürece dayalıdır. Bir şeyin bizim için mümkün olabileceğini kabul ettiğimiz andan itibaren onu gerçekleştirmek için aktif bir çabaya girişebiliriz. Bu noktadan itibaren gündüz düşleri hayallere, analizlere, planlara ve eylem adımlarına dönüşmeye başlar. Gözümüzün önünde bir minyatürü andırırcasına iki boyutlu salınıp duran bütün imgeler perspektif kazanmaya başlar ve mümkün olanı gerçekleştirmeye giden yol yavaş yavaş belirgin hale gelir. Artık elimize alıp üzerinde düşünebileceğimiz bir yol haritamız, bir krokimiz oluşmaktadır. Hepinizin onlarca defa duyduğu ve okuduğu gibi insan beyni somut olanı sever ve soyutu somutlaştırabildiği ölçüde üretken hale gelir. Zihnindeki gaz ve toz bulutlarını bir şekilde yağmura ya da kara dönüştürerek yağdırması yani fikirleri eyleme dönüştürmesi, çıktı oluşturması gerekir. İşte herhangi bir şeyin bizim için mümkün olduğuna inanmamız onu gerçekleştirebilmemizin ilk ve en önemli adımıdır.
Tekrar, herhangi bir şeyin bizim için mümkün olduğuna nasıl inanacağız sorusuna dönersek, bu noktada benim bildiğim sihirli bir formül ya da filancanın bilmem kaç adımı diye bir kısa yol yok. Bildiğim en geçerli yöntem anadan dededen kalma, ufak ufak, deneye deneye güçlü yanlarımızın, zaaflarımızın, becerilerimizin, beceri eksiklerimizin, davranışlarımızın, tutumlarımızın, değerlerimizin, kim olduğumuzun ya da kim olmak istediğimizin farkına varmak. Tıpkı kas geliştirme egzersizlerinde ağırlıkların yavaş yavaş artırıldığı gibi bizler de her seferinde bakış açılarımızı, zihinsel tutumlarımızı, becerilerimizi ufak ufak zorlayacak şekilde hadiseleri ele almaya çalıştığımızda gelişiyoruz. Konfor alanlarımızdan çıkabildiğimiz ölçüde potansiyelimizi gerçekleştirme yolunda ilerleyebiliyoruz. Konfor alanından uzaklaşmak ise doğası gereği insanın istemeyeceği bir şeydir (duygusal beyin bilindik ortamlarda tehdidi daha kolay yönetebilir bu nedenle de farklılıktan hazzetmez). O halde insanın, kendisini zorlayacak herhangi bir sürece, tırnak içine alarak söylüyorum, “doğası gereği” istek duyması beklenmez. Hani, “ben gerçekten istersem…” diye başlayan cümle var ya, işte o cümle bizlere aslında konfor alanlarımızın sınırında durduğumuzu ve çıkmaya hazır olup olmadığımızı gösteren cümledir. Konfor alanlarımızdan çıktığımızda karşılaşabileceğimiz tehlike ve tehditlere karşı kendimizi güvenceye alabilme becerilerimize dair duyduğumuz endişenin kendisini, bir nevi, ifşa edişidir.
Yazımın başlarına dönecek olursak ilk bakışta görünenin aksine asıl sorun inancımız değil, tam aksine inançsızlığımızmış (bizim için mümkün olduğuna inanmamak) gibi geliyor bana. Hepimiz pasif bir tarz olan “olur mu olur” inanış tarzını benimserken gerçekten imkânsızları mümkün kılan, aktif inanma eyleminden uzak durmaktayız. Çünkü ikincisi cesareti, tevazuu, emeği, gayreti, sorumluluğu üzerine almayı, kararlı durmayı, adım adım ilerlemeyi, tecrübeden ders almayı, kısacası konfor alanımızdan çıkmayı ve bir ömür boyu yolda kalmayı gerektiriyor. Birinciyi seçenlere bir sözüm yok, saygı duyuyorum. Sorum ise ikinciyi kalplerinde taşıyanlara, “ya gerçekten insan potansiyeli sınırsızsa, ya gerçekten mümkünse”?
Sanem Ömürlü
Yorum yaz