Pozitif Düşünmek ve Şükran Konusunda Neden Şüpheciyiz?
İyimserlik ve hayata şükür dolu bir kalple bakmak insanı pasif, tembel ya da “saf” mı yapar? İyimserlik, hayatı pozitif bir zihin ve yürekle yaşamak, pozitif duyguları çoğaltmak gibi konularda verdiğim eğitimlerde neredeyse istisnasız bir şekilde yukarıdaki soru ile karşılaşmaktayım. “İyi de hocam şimdi hep olumlu düşününce bizi enayi yerine koymazlar mı?”, “iyi de hocam bu kendimi kandırmak olmaz mı?”, “iyi de hocam, bu Polyannacılık değil mi?” Öbür âleme gittiğimde bu dünyada en çok kimden çektin diye sorarlarsa doğrudan “Polyanna” diyeceğim galiba.
Onlarca yıldır sadece kariyerlerini değil hayatlarını iyimserlik ve şükür üzerine ortaya koymuş ve çok değerli çalışmalarla, araştırmalarla elde ettikleri bulguları bizlere sunmuş değerli araştırmacı bilim insanları bu ikisinin psikolojik, fizyolojik ve sosyal faydalarını sürekli olarak vurgulamaktadır. Güçlü bir bağışıklık sistemi, sağlıklı bir kalp-damar sistemi, hayattan daha fazla keyif alma, daha güçlü ve etkili sosyal ilişkiler ve nicesi…
Bunca faydası ortadayken insanların iyimserlik ve şükür konusunda bu denli şüpheci olmasının nedeni elbette toplumlarca doğru kabul edilen yanlışlardır.
1) Şükür insanı rehavete sokar. Bu bakış açısına göre şükreden ve halinden memnun olan insanlar hiçbir zaman daha fazlası için motivasyon hissetmezler, gayret göstermek ve konfor alanlarından çıkmak istemezler. Herhangi bir şeyi değiştirmek için mücadele etmek yerine haksızlık ya da yanlış karşısında pasif kalırlar. Yapılan binlerce çalışmanın ortaya çıkarttığı hakikat ise bunun tam tersini işaret etmektedir. İyimserlik ve şükür duygusunu içlerinde gerçek anlamda taşıyan, bunu içselleştirmiş olan insanlarda “anlam ve amaç” algısı güçlendiği için daha fazlası için gayret gösterme motivasyonu diğerlerine göre çok daha fazla oluyor.
Araştırmalar bilinçli olarak hayata şükür ve takdir gözüyle bakan insanların hedeflerine ulaşmada çok daha etkili olduğunu göstermektedir. Berkeley’de yapılan bir çalışmada katılımcılara önlerindeki on hafta boyunca ulaşmak istedikleri altı tane hedef belirlemeleri söylenmiş. Katılımcıların yarısından şükür ve takdir ajandası tutması ve her hafta bu ajandaya, hafta boyunca şükran duyduğu ya da takdir ettiği beş olayı yazmaları istenmiş. On hafta boyunca ajanda tutan deney grubunun her hangi bir şey istenmeyen kontrol grubuna kıyasla hedeflerine ulaşmada çok daha istekli, kararlı ve gayretli olduğu izlenmiş. On haftanın sonunda deney grubunun hedeflerine ulaşmada kontrol grubuna kıyasla % 20 daha etkili olduğu tespit edilmiş.
Bu sonuç sizi şaşırttı mı? Şaşırtmasın. Gelin kendinizden bulup çıkarın. Kendinizi mutlu, güvenli, huzurlu, insanların size destek olduğunu hissettiğiniz, dost bir çevrenin içinde mi daha enerjik ve kararlı olursunuz yoksa güvenilmez, huzursuz, her an sizi alaşağı etmeye çalıştığını düşündüğünüz bir çevrede mi? Bir şeyleri başardığınızı ve geleceğin aydınlık olduğunu bilmek mi sizi o geleceğe yürümeye daha çok teşvik eder yoksa tam tersi mi? Gelecek sizi çağırıyorken mi daha uzağa yürüme motivasyonu hissedersiniz yoksa gelecekten kaçmak isterken mi?
Şükür duymanın ve hayata pozitif bakmanın güçlendirdiği bir başka alan ise sosyal sorumluluk alanı. Şükür duygusu yaşayan ve hayata karşı tavrı pozitif olan insanlar daha fazla sosyal sorumluluk hissediyorlar çünkü hayatın ve diğer insanların onlara sunduğunu, dünyaya ve insanlığa tekrar sunmak istiyorlar. Yardım derneklerine sadece bağış yapmakla kalmayıp bilfiil içinde görev alıyorlar, bedenen ve ruhen sahip olduklarından paylaşıyorlar sadece cüzdanlarından değil. Aktif görev alıyorlar, sanıldığı gibi pasif bir şekilde kenara çekilip “bu milletten adam olmaz” cümlesini kurmak yerine “ancak ben yaparsam başkası da yapar” diyorlar.
Birkaç ay önce bir arkadaşım bu ülkede insanların kimsesiz çocukları hiç umursamıyor olmalarından duyduğu üzüntüyü anlatmıştı. Ona kimsesiz çocuklar için ne yaptığını sorduğumda biraz utanarak hiçbir şey yapmadığını ama çok istediğini bir türlü zaman bulamadığını söyledi. Geçenlerde karşılaştığımızda bana kimsesiz çocuklar için her hafta gönüllü 10 saat çalışmaya başladığının haberini verdi. Sonra da insanların oralara nasıl her gün kıyafetten gıdaya, temizlik malzemesinden oyuncağa hiç durmadan malzeme yağdırdığını, bir dünya insanın çocuklar için sosyal aktiviteler düzenlediğini, bu aktivitelerin içinde bizzat yer aldıklarını anlattı. Kendisi bilfiil destek olmaya başlamadan önce bunların hiç farkında olmadığını ve toplumun bu konudaki duyarlılığı konusunda çok yanıldığını ve cahilce yorumlarından dolayı utandığını ifade etti. Arkadaşım olumsuz duygular ve topluma karşı bir kızgınlıkla birlikte şikâyet ettiği şey konusunda hiçbir adım atmamış olmanın verdiği rahatsızlıkla girişmişti bu işe ancak harekete geçtikten sonra gördüğü resim bambaşka olmuştu. İşin içine girmeyince maalesef görebildiklerimiz sadece yapılan hatalar ve istismarlar olabiliyor çünkü hem negatif olanı görmeye programlı doğamız hem de bunların medyada daha çok yer bulması dikkatimizi ister istemez sadece yanlış olana yöneltiyor. Dahası bunları toplumun geneli zannetmeye başlıyoruz. İşte bu örnekte de olduğu gibi pozitif duygular ve düşünceler nasıl daha aktif bir hayatı destekliyorsa her hangi bir konuda harekete geçmek de pozitif duygu ve düşüncelerin beslenmesini, farkındalık kazanma yoluyla desteklemektedir.
Yukarıda anlattığım örneği duyan bir arkadaşım toplumda çeşitli grupların yaptıkları istismarların da göz ardı edilmemesi gerektiğini ifade etti. Bu çok haklı bir tavır, elbette edilmemelidir. Ne var ki bu örnekte anlatılmak istenen, bu belli azınlıktaki kişi veya grupların yaptıkları hata ve istismarlar nedeniyle toplumun kalan %95 ini oluşturan, sizin, benim gibi insanların birbiri gözünde itibarsız ve güvenilmez hale gelmemesi gerektiğidir. Bu nedenle daha fazla dâhil olmaya ihtiyacımız var. Dışında kaldığımız sürece istismarcı azınlıklara sadece hareket alanı bırakmakla kalmıyor onların yaptıklarını toplumun geneline atfediyoruz ve birbirimize olan inancımızı ve güvenimizi kaybediyoruz. Oysa insan sosyal bir canlıdır ve sosyal çevresine güvendiği ölçüde her anlamda daha sağlıklı kalabilmektedir.
2) Şükür duymaya ya da olaylara pozitif bakmaya çalışmak saflıktır, gerçeklerden kaçmaktır. Kanıtlar hikâyenin bundan çok daha öte olduğunu gösteriyor oysa. Şükür duymak, ve bir şeyden fayda sağlamak bundan dolayı başkasına minnettar olmayı gerektirir yani yontulmamış, olgunlaşmamış, ham haldeki insan egosu için son derece zor bir durumdur. Böyle bir ego daha ziyade her şeyi kazanılmış hak ilan etmeye meyillidir. Bu nedenle de hayatın ve diğer insanların kendisi için yarattığı değeri kolaylıkla görmezden gelebilir. Böyle bir genç için her akşam annesinin masaya yemek koyması ya da babasının cebine harçlığını koyması son derece normaldir, haktır ve bundan dolayı da ne annesine ne babasına şükran duyma ihtiyacı hissetmez. Aksine bir akşam masaya istediği gibi pişmemiş bir yemek konduğunda memnuniyetsizliğini her türlü belirtme hakkını kendinde görebilir. Dolayısıyla gerçek manada şükür duymak ve bunun değerini de karşı tarafa vermek her babayiğidin harcı değildir. Alçakgönüllü olmayı, insan kelimesinin manasına yakışır şekilde var olan, yaratılmış her şeyle bir bağının olduğunu bilmeyi gerektirir. Diğer taraftan başkalarının desteğini ve cömertliğini kabul edebilmeyi bilmek de olgunlaşmayı gerektirir. Çoğumuz başkasından yardım almaktansa başkalarına yardım sunan olmayı tercih ederiz, öyle değil mi?
3) “Fazla mütevazı olma gerçek sanırlar”. İçlerinde anlamada en zorlandığım cümle de bu olmuştur. Neresinden tutacağımı hiç bilemediğim bu cümleyi, acaba farklı ve derin bir mana yakalar mıyım diye defalarca farklı kelimelere vurgu yaparak, tonlamaları değiştirerek okumaya çalışmışımdır, yok olmuyor, hiçbir türlü bir mana bulamıyorum içinde. Başkalarının bize kattığı değeri takdir ettiğimizde ve dile getirip onlara da hak ettikleri kredileri verdiğimizde kendimiz daha mı az değerli ya da daha mı az faydalı oluyoruz? Carnegie Mellon Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada katılımcılar çok zor bir sınava tabi tutulmuşlar ve sınav sırasında bir takım ipuçlarıyla desteklenmişlerdir. Katılımcılar arasından sadece “başarılarının kendi kontrollerinde olduğuna dair kabul” skorları en yüksek olanlar yani kişisel sorumluluk skorları en yüksek olanlar kendilerine verilen ipuçlarından dolayı gerçekten minnettarlık ifade etmişler, diğerleri ise deney kurgusunun bir gereği olarak kabul etmişlerdir. Evet, şükür ve minnet duyabilen insanlar başkalarına hak ettikleri krediyi verebilirken başarıları üzerinde kendi etkilerini ve sorumluluklarını hiçbir zaman göz ardı etmezler. Yeri geldiğinde doğru şekilde kredi almasını da bilirler.
4) Gerçekten zor bir durumla karşılaştığınızda bundan dolayı şükür duymanız ya da bu duruma karşı pozitif yaklaşabilmeniz mümkün değildir. İşte tam anlamıyla Polyannacılık’tan bahsedilen nokta burası. Her şey bizim için yolunda giderken, başkasının sıkıntısı üzerinden ahkâm kesmek kolay. Ne var ki tam da böyle durumlarla başa çıkabilmek için insanın şükür duymaya ihtiyacı vardır çünkü bu şekilde büyük resmi görmeye devam edebiliriz. O olayın ya da durumun yarattığı, belli bir zamana ait sıkıntıların ve zorlukların içine sıkışmadan hem zamana hem de hayatın bütününe daha yukarıdan bakabilmeyi sağlar. Kolay mıdır? Elbette hayır ama gayrete değer mi, kesinlikle… Geçmişte yaşadığımız olayları düşünüp bunların içindeki dersi görmeye ve yaşantımıza nasıl pozitif etkilerinin olduğunu farketmeye odaklandığımızda aynı olayın, hatırlandığında eskisi kadar negatif duygular yaratmadığını görebiliriz. Çoğu kere “evet çok sıkıntılı bir devreydi ama iyi ki yaşamışım” cümlesini kurarız. Binlerce insanla birebir yaptığım çalışmalarda istisnasız hepsine hayatlarından bir olayı çıkartma şansları olsaydı neyi çıkartırlardı sorusunu sorarım. Çok büyük bir kısmı, ölçmedim ama rahatlıkla 2/3’den fazlası diyebilirim, hatırladıkları bir iki büyük, sıkıntılı durumu anlatır ama sonunda onları hayatlarından çıkartmak istemediklerini söylerler. O halde bugün yaşıyor olduğumuz büyük bir sıkıntı – istatistikler gösteriyor ki- gelecekte hayatımızdan çıkartmak istemeyeceğimiz, hatta ondan dolayı şükür duyacağımız bir durum olacak (eğer herhangi bir şeyi hayatımızdan çıkartmak istemiyorsak onun varlığından dolayı derinden derine şükür duyuyoruz demektir). O halde, şu anda bu durumla etkili şekilde nasıl başa çıkabiliriz ve bundan hem kendimiz hem de çevremiz adına en iyi sonuçları nasıl çıkarabiliriz buna odaklanmamız elimizdeki en iyi seçenek olarak görünmektedir.
5) Şükretmek dini bir meseledir. Evet, tüm dinlerin merkezinde şükür vardır ancak her hangi bir dini pratiği kabul etmeyen milyonlarca insan da hayata, dünyaya, evrene, canlılık âlemine ve insanlara karşı şükür duymaktadır. Arıya ürettiği baldan dolayı şükran duyuyor olmanın ya da bir dostumuzun zor bir anımızda bize destek olmasından dolayı şükran duyuyor olmanın dinle değil insan olmakla ilgisi vardır. Dinlerin temel gayesi de “hakiki insan” olduğuna göre buradaki mesele insan olmaktır, kaldı ki bugün bütün canlılık âlemi içinde kendi seviyelerince bir teşekkür edebilme kabiliyetinin olduğu görülebilmektedir.
Tüm bu doğru sanılan yanlışların ardında sanıyorum bu duyguyu hafife alma ve gerektirdiği nitelikleri bilmeme durumu yer almaktadır. Gerçekten şükür duyabilmenin basit, zahmetsiz, kendiliğinden ve dolayısıyla da pasif bir hal olduğu sanılır ancak insan, fizyolojisi gereği negatif ve dürtüsel olana meyilli bir canlıdır. Pozitif bakabilmek ve pozitif duyguları yaşayabilmek bilinçli, farkındalıklı bir çaba ve yüzünü olgunlaşmaya çevirmiş bir ego gerektirir.
Sanem Ömürlü
İsmail
Şimdiye dek okuduğum en güzel yazılardan biri. Minnettarım…